Kız Kulesi. Marmara Denizi ile İstanbul Boğazı’nın buluşma noktasındaki tarihi deniz yapısı. Gezgin Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesinde Kız Kulesi’ni şöyle tanıtır:
”Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkârane yapılmış yüksek bir kuledir. Yüksekliği tam 80 arşındır. Sathı mesahası ikiyüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı vardır.”
Tarih içinde gümrük istasyonu, gözetleme kulesi, deniz feneri, sürgün yeri, Boğazdan geçen gemilerden vergi toplama merkezi olarak kullanılmış bu deniz yapısı bir dönem de karantina yeri olarak da hizmet görmüştür.
Osmanlıda buharlı gemi yapımı 1835’li yıllarla başlar. Haliç’te Aynalıkavak’ta yapılan ilk makineli gemi Eseri Hayır olup yapımı 1837’dir.Bunu Mesiri Bahri (1838), Tahiri Bahri (1839) adlı gemiler izlemiştir.
Bu yıllar aynı zamanda sağlık bakımından İmparatorluğun en sıkıntılı yıllarıdır. Veba, kolera gibi “illeti malûme” hastalıklar o dönemde salgın halindeydi. O kadar ki halk, bu hastalıkların adını “hastalığa davetiye çıkarmamak” için hiçbir şekilde ağzına almadı. Yerine, “bilinen dert / illet” karşılığı “illeti malûme” demeyi yeğledi!
Karantina örgütünün kurulması bu türden ve zaman-zaman şiddetlenen “ kıran” yüzündendir.
O dönemde (1838) Kız Kulesi veba hastanesi haline getirildi. Vebalılar Kız Kulesine gönderiliyordu. Burada da Antuvan Lago adında Fransız uyruklu bir doktor çalışmaktaydı.
Antuvan Lago “Risalei Karantiniye” başlıklı bir rapor hazırladı. Rapor, karantina hizmetinin ilkelerine ve hizmetin kabulüne ilişkindi. Avrupa’da salgın hastalıklarla mücadele şeklini ve yöntemlerini anlatıyordu. Antuvan Lago’ya göre, kıranlarla baş edebilmek, hem de başka ülkelere sıçramasını önlemek, ancak karantina örgütü kurulmasıyla olabilirdi.
Her ne kadar karantina örgütü sonradan Osmanlı’nın son kapitülasyonlarından biri olarak tarihe kayıt düştü ise de…
Saray, özellikle veba kıranının o dönemdeki yıkıcı etkisinin önünün alınamaması yüzünden karantina örgütüne sıcak bakmak zorunda kaldı. Zira dönem ulemasının fikrince vebayla baş edebilmek için “fısk ve fücur” ortadan kaldırılmalıydı. Bekâr odaları ve bu odalarda işlenen günahlar var iken Allahın gazabından kurtulmak mümkün olamayacağı kanaati Saraya dahi telkin edilmişti.
Karantina sözcük olarak Osmanlıcaya ters geliyordu. Karantina örgütünün başına getirilmiş Abdülhak Efendi karantina karşılığı “usulü tahaffuz” demişti. Oysa karantina aslında “kırk gün” anlamında kullanılmaktaydı.
Bir anlamda “karantina ocağı” olan tahaffuzhaneler en önce İstanbul’da açıldı. Dersaadet’e karadan ve denizden gelecek olan yolcuları karantina kaydına tabi tutmak için. Hatta İskenderiye, Kıbrıs ve Şam taraflarında salgın hastalığın şiddetli olduğu bilgisi üzerine Akdeniz’den gelen yolcuların arındırılmaları için Çanakkale’de bir karantina merkezi kurulmuştu. Bu merkez aynı zamanda karantina kaydı da düzenliyordu. Karantina kaydı olmayan yolcuların Dersaadet’e girmelerine izin verilmiyordu.
Gemiler de aynı şekilde karantina kaydına tabiydi. Karantinadan kaçarak Dersaadet’e gelen gemiler tekrar Çanakkale’ye gönderiliyordu.
Kız Kulesi, Antuvan Lago’nun hazırladığı raporla karantina hareketine öncülük etti. Zaman içinde salgın hastalıklarla baş edebilme bağlamında oluşturulan fon için yolculardan ve gemilerden alınan karantina / ayakbastı paraları da bugünkü patente parasının (sağlık resminin) temelini oluşturdu.
Hem de uluslararası boyutta uygulama alanı bularak!
Prof. Dr. Necmettin AKTEN